DOLAR %
EURO %
ALTIN %
BIST 100 %
BITCOIN %
B Şubesi

B Şubesi

B ŞUBESİ   Aslına bakarsanız; dünyanın seyrini değiştirecek büyüklükte hadiselerle dolup taşmıyordu ömrümün şu zamankine kadar geçen dilimi. Anlamlarına istinaden değişen dünyamın ve hayat algımın farkındalıklarına döndürüyordu dilimi, hepsi bu.   Önceki paylaşımımızda belirttiğim bir cümle; “Bu hayatta yaşadığınız ve yaşanılacak hiç bir an haybeye değildir.” Anlamını çözebilene aşikârdır hayat…   Hasret kalabileceğimiz sokak oyunlarını

B ŞUBESİ

 

Aslına bakarsanız; dünyanın seyrini değiştirecek büyüklükte hadiselerle dolup taşmıyordu ömrümün şu zamankine kadar geçen dilimi. Anlamlarına istinaden değişen dünyamın ve hayat algımın farkındalıklarına döndürüyordu dilimi, hepsi bu.

 

Önceki paylaşımımızda belirttiğim bir cümle; “Bu hayatta yaşadığınız ve yaşanılacak hiç bir an haybeye değildir.” Anlamını çözebilene aşikârdır hayat…

 

Hasret kalabileceğimiz sokak oyunlarını veya yaşamayı unuttuğumuz dört duvar sıkışıklıklarımızın ne olduğu konusunda zihinlerimizi çalıştırdığımızı umuyorum?

 

Herkes, kendi aile eşrafında büyüdüğü dönemleri gözden geçirmiştir sanırım. Ne de çok şey öğrenmişiz ve ne de çok şeyi hayatı çözümlememizde katkı olarak getirmişiz bugüne öyle değil mi?

 

Zamanın “biz”li yıllarına göz kapatıp dalmaya devam edelim…

 

Kalabalık aile sınıfımın B şubesine bir araba hatırası ile başlayalım.

 

Bebeklik resimlerimize albümlerden ve fotoğraf baskı kağıtlarından belirli aralıklarla bakmak çok motive edicidir. O zamanlarda kimler bizlerle ilgilenmiş diye meraklanmanın gizli halidir o incelemeler. Kendim için de aynı değer geçerlidir. Bebek ben ve sağında solunda ona dikkatle, huşu içinde bakan iki dayım. Ben henüz ışığı algılamaktayım ama tüm dünyanın saflığını insanlara yansıtmaktayım. Kimin kim olduğunu bilmesem de, çok sevildiğimin farkındayım. Netice itibariyle anne tarafımın ilk torunu unvanını taşımaktayım. Bütün bu yakın alaka ve uzun bakışmaların bulunduğu fotoğrafa her baktığımda ellerimi ayaklarımı bir bebek gibi, o günkü gibi sağa sola, istemsiz sallama isteği duymaktayım, duygulanmaktayım.

Genç dayı olmuşlar. Her bebek gibi ve bir melek gibi, tüm dünyanın karalarından uzak, tendeki ve gözdeki karalar dışında beyaz bir bulut misali bakışlarının ucuna yatırmışlar.

 

İlk yeğene nasip oldu doktor dayımın aldığı ilk arabayla gezmek. Metalik yeşil renkte, o zamanın en karizmatik, baklava dilimli logosu altında en flash arabası. “Pamuk gibi kayıyor” terimi ile ayağın yerden buz pisti misali kayarcasına kesilmesi hissini yaşadığım, dayı-yeğen kareografisi ile kendimi yaşdaş saydığım büyüme heveslerimin arabası.

 

Çok araba değiştirdi dayım. Kırmızı arabası ile dillere epey bir yorgunluk saldı. Tabi bana da epey bir gurur…

 

Küçükken nedense kendi yapacakların ya da yapabildiklerinden çok, tanıdıklarının yaptıkları ile övünüp, sosyal yaşamda rol kapma peşinde ve gayesinde oluyor insan. Farklılık yaratma telaşlarından olsa gerek. Fark edilme güdüsünün şahlanışı galiba. Belki de egom, benden daha önce büyümeye başlıyordu. İlle de farkımın fark edilmesi için kırmızı arabadan inmek, lise zamanlarında çok şey kazandırdı gibi geliyordu bana. Kırmızı da epey bir dikkat topluyordu hani. Oysa ki, içinden inen alelade benden başkası değildi. Dayım ise, beldemizin sağlık ocağının en karizmatik ve hastası bol doktoruydu. Hala da bulunduğu ilçede aynı konumda kendisi.

 

Ben lisede, kırmızı arabasından indiğimde, kendime kattığım karizma ile uğraşırken, kendisi de okulumuzun Sağlık Bilgisi derslerine öğretmen olarak girerdi.

 

İşte bir farklılık yaratma vesilesi daha…

 

Peki, siz zannediyor musunuz ki, onca dikkat çekme çabam boşa çıktı?

 

Evet, boşa çıktı elbette.

 

Çünkü ünlü düşünür Tarkan’ın da dediği gibi; “Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin.”

 

Geç anladım, anladığımda da örneğim yine kendine özgü hali ile doktor dayımdı. Doktordu, bağlama çalardı, sabırlıydı, sakindi, kaliteli yaşardı, çok güzel konuşurdu, çok yakışıklı giyinirdi, kendisi de yakışıklıydı vesselam.

 

Farkındalık yaratma dönemlerini atlattıktan sonra fark ettim ki, onca gözlemi boşa yapmamışım aslında. Görünürde dikkat çekme olarak değerlendirilecek ergen tutumlarımın bilinç altı denen mekana yönlendirdiğim kişilik kazanma kapılarına hepsi birer anahtarmış.

 

“Aynı dayısı” cümle kalıbı önüne ve arkasına gelen her devam cümlesi beni mutlu, dayımı ise onöre etmekte. Belki bilmekte, belki bilmemekte ama eminim ki, bebekliğimin fotoğrafında sabitlenmiş o karedeki bakışmamız sonrası oluşan gizli bağlar ile sonuna kadar hissetmekte…

 

Karizma dediğimiz olguyu son yıllarda püsküllendirdik. Her ne varsa güzel olan, buna karizma dedik. Oysa; benim lise zamanımda, karizma denen şeyin tarifi dayımın giydiği bordo renkli takım elbiseydi.

 

Benim dünyamın Plüton gezegeniydi adeta, bordo takımlı kırmızı arabalı doktor dayım. Ne de çok özelliği vardı. Ben ise, sadece bir yeğen işte.

 

Tarkan’ın o şarkısı çok tutmuştu hani…

 

İlk işe başladığım fabrikanın personel müdürü ile yaptığım ilk iş görüşmesinde de, ömrümün şu ana kadarki en uzun çalışmasını yürüttüğüm ikinci iş adresimdeki personel müdürü ile yaptığım ilk iş görüşmesinde de ve şu an yürüttüğüm mesleğin atama sonrası, personel müdürü ile ilk görüşmesinde de çok karizmatiktim.

 

Hepsinde de yanımda doktor dayım vardı.

 

Şans, uğur, tesadüf, bile isteye yanımda olmasını isteme gibi birçok sebepten yanımdaydı. Tüm olan ve biten işlerimin gizli şifresiydi adeta.

 

Abisi olmayan birisi için, abi ihtiyacı duymamasının en güçlü sebebi idi.

 

Hal böyle olunca, kimseyle de kolay kolay paylaşılamıyordu kendileri.

 

Bir zamanlar, kendisinin kuzeninin oğlu, adı Ozan…

 

Benim okulda olduğum bir gün bizim eve gelmiş ve evi aramış, taramış, annemden başka kimseyi bulamamış. Gelmiş annemin bulunduğu oturma odasına, çıkmış divanın üzerine, bükmüş boynunu ve;

 

“Dengis te yok” yani, “Cengiz de yok” demiş.

Belki 5, Belki 6 yaşında anca var.

 

İşte, her yaş sınıfındaki insanın, hiç kimse olmasa bile mutlaka yanında olacağına inandığı ve yanında görmek istediği birisi olmanın önemini şimdilerde idrak edebiliyorum. Ne o tepki, ne bendekiler, haybeye değil bu olup bitenler…

 

Beşiktaşlı oluşumu borçlu olduğum Cengiz Dayı ve Yavuz Dayı ikilisi sayesinde İnönü’ye ilk adımlarımı atmıştım. İlk forma, ilk bayrak ve Beşiktaşlılık Duruşu… Hepsinden de önemlisi Beşiktaşlılık Ruhu… Emin olun, Sağlık bilgisi derslerinde öğrendiğim bir çok bilgi beynimin bilmem hangi kilometre uzağındaki çöplüğünde dururken, “Sevinmek için sevmedik” teorisini henüz 11 yaşında pratiğe dönüştürdüğüm Gençlerbirliği karşılaşması. Sonuç 1-1, bana öğrettiklerini ise bir bir önüme koyduğumda puan tablosunda üst sıralarda dayılarımın isimleri bulunuyordu.

 

Yavuz dayım, Almanya’ya işçi olarak giden ailelerden birisinin orada çalışmaya mecbur oğlu olarak, emekçi kesimin sabır ve dirayet timsali rütbesini yükseltmekte yıllardır. Anavatana gelişi de yıllar alır. Az kalır, özlemlerin tüketilişi kursakta bırakılır, yutkunamadan dahi o uçak havalanır. Buna rağmen, en mutlu günlerimden biri, belki de en önemlisi olan dünya evine girdiğim gece, sadece 2 saatliğine geliş-gidiş yapması… O’nu gördüğümdeki tarifi mümkün olmayan duygularla sarılışımı hatırlıyorum. Bilmem kaç yıl sarılamamanın acısını çıkartıyordum. Ağlayamıyordum, gülemiyordum; “Süpersin ya” diyebiliyordum. Kendisinden en sık duyduğum kelime, sanki bilinç altımdan ona koşuyordu. Öyle ya, en mutlu gününde insan en sevdikleriyle olmak ister. Hele onca senenin özlemi gelin arabasındaki süs şeritleri gibi yıllarda dalgalanırken.

 

Eğer birini gerçekten seviyorsan, her zaman ya da her an değil, olman gerektiği anda onun yanında olmalısın dersini hiçbir okul ya da kitap öğretemezdi bana. İmkansızdan hayal doğurmak ve o hayali gerçekleştirmek, gerçekleştirirken de ilk bakışlarınla kurduğun bağa dokunuvermek… Özel insan olabilmenin koşullarını arama be kardeşim. “

 

Sadece, ol.

 

Hep mi pembeydi peki?

 

Elbette değildi. Olamazdı da. Olsa, bir sorun olduğu ortada olurdu. Sorunlar da oldu. Koca hayat işte. Legolarla kurduğum tüm duygu kulelerimin yıkıldığı zamanlarda, ummadığımın adı oldu ama bana hesaplaşabilme özgüvenini aşılayan da kendisi oldu.

 

Şifreli konuşma saymayın lütfen. Açılımı şu ki; Olumsuz etkilenen bağlarınızı güçlendirecek konuşma, savunma, hesaplaşma, tartışma imkanlarını sağladığınızda bazen on dakika bile yetebiliyor tamiratına ilişkilerinizi.

 

Kişilik geliştirici en vurucu gonk sesi bu oluyor insana.

 

Dostlarım,

 

Adres değişikliği nedeni ile bir süre yeni yazımı geciktirdiğim için hepinizden affımı istiyorum.

 

Sizler, kendi irdelemelerinizi yapa durun, bu hayat okulu diye tabir edilen kısa sürecin kalabalık aile sınıfımın “C” şubesindeki kalben yakın olanlarım meraklana dursun, olmasını istediklerinizin yanında olmayı asla ihmal etmeyin. Yaşına bakmayın, nerede olduğuna aldırmayın. Bazen on dakika orada olsanız, bir geleceği olumlu şekillendirmiş olacağınızı asla aklınızdan çıkarmayın.

 

Gönüller yapmaya gidin…