DOLAR %
EURO %
ALTIN %
BIST 100 %
BITCOIN %
Zamanın Var Mı?

Zamanın Var Mı?

İlk soru; “Neye?” Buna yanıt olabilecek miyim peki? Bilemiyorum… Deneyelim mi? Akıllı telefonlarınızı bir kenara bırakın, kolunuzdaki saati çıkarıp çekmeceye saklayın, duvardaki saati indirin, güneşe de bakmayın, ay ile de işiniz gücünüz olmasın, bilgisayar ekranının sağ alt köşesinde yazan rakamları görmezden gelin, ezanı da duymazdan gelin ve bu durumdayken, şu soruya cevap verin; Zaman ne?

İlk soru;

“Neye?”

Buna yanıt olabilecek miyim peki?

Bilemiyorum…

Deneyelim mi?

Akıllı telefonlarınızı bir kenara bırakın, kolunuzdaki saati çıkarıp çekmeceye saklayın, duvardaki saati indirin, güneşe de bakmayın, ay ile de işiniz gücünüz olmasın, bilgisayar ekranının sağ alt köşesinde yazan rakamları görmezden gelin, ezanı da duymazdan gelin ve bu durumdayken, şu soruya cevap verin;

Zaman ne?

Bakın, saat kaç ya da akşam mı, öğle mi, demiyorum.

“Zaman ne?”

Klasik anlatımda; bir şeyin, bir şey etrafında, bilmem ne kadar dönüşünde, varlığı varsayılan dikey ve yatay çizgilere ne kadar uzaklıkta, bilmem neye bölünmesinden oluşan, bir peygamberin doğuşu ya da bir diğer peygamberin göç etmesi ile başlatılan “şey”.

Garip mi oldu tanımlama?

“Garip değil ama nereye varacak bunun sonucunda?”

Meraklı dostlarımı seviyorum. Zira; merak, sorgulamaya yani tefekküre vardıran ilk ateşleyicidir.

Bilimsel literatürde “zaman” ile ilgili sayısız bilgi bulunabilir.

Peki,

Hepsini bilmemizi sağlayan ve adına “an” denilen zaman dilimi nerede oluştu?

“Bana Her Yer Ben” teorisine benimle beraber dalış yapan dostlarımın beyninde oluşan ilk zincire bir halka da bu şekilde eklemiş olalım.

Demiştik ki;

Yaşadığımız mekânlar sadece bizim mekânlarımızdan ibaret. O halde, “an” denilen fotoğraf karesinin deklanşörüne basan bir kuvvet ya da kudret olmalı öyle değil mi?

Bu kudretin tanımı ise, Yüce Bilgi Kaynağında şu şekilde tanıtılmaktadır;

“O, zamandan ve mekândan münezzehtir.”

Münezzeh; “Temiz”, “arı”, “uzak”, “öte”, “duru”, “olmayan” manalarına gelmektedir.

Bu da demek oluyor ki, Asıl gerçeklikte zaman kavramı, tıpkı mekân kavramı gibi mutlak yokluktur.

An denilen ve anların birikimiyle oluşan zaman kavramının kendisinin var olduğu iddiası sadece biz insanoğlunun bilinç düzeyiyle ortaya konulmuştur.

Mekân ve zaman irdeleyişimizi farklı yöne çevirelim ve biraz da eğlenelim.

Her bir an, bir sonrakinin geçmişidir.

“An” deyince, kaç saliseden bahsediyorum kaygısına düşmeyin. Bir “tık” tan daha zerreye inin. Bir sonraki zerreye göre bir önceki geçmiş sayılır. Lakin geçmiş bile olsa “an” olarak kalmaya devam eder. Yani, zaman denilen şey hep var. Asla bitmez. İçinden biz geçtiğimizi düşünürüz ama biz de geçmeyiz. Var oluruz, yok oluruz diye düşünürüz ama yokluğumuz bir donma halidir. Kıyamet günü var olmaya devam edeceğiz. Hangi zamanda peki?

Saat kaçta?

Güneş neredeyken?

İkindide mi, yatsıda mı?

Hepsine verilecek tek cevap; “Hiç biri.”

Geriye ne kalıyor?

Münezzeh kalınacak şeyin adına “geçmiş” diyoruz.

“Biraz da basit anlatsana kardeşim”

Tabi ki…

Gökyüzünde gördüğümüz bir yıldızın ışığı aslında milyonlarca yıl önce sönmüş. Bu bilgiyi hepimiz bilir ve ballandırarak anlatırız bilgiçliğimizi.

Şunu anlıyoruz ki, bu an itibariyle olan aslında geçmiş zamanın görüntüsü.

Çoktan bitmiş bir şeyi biz şu anda görüyoruz.

Işık yılı falan bir kenara bırakarak düşünelim.

Dünyadan o yıldızın milyonlarca zaman önceki ışık saçan anını görüyoruz.

Şimdi, bu bilimsel bilginin sağlamasını yapalım;

Eğer biz, şu an, o yıldızda olsaydık, dünyayı da görebilseydik aynı mesafede, dünyanın hangi geçmiş zamanını görecektik?

O zamanda biz var mıyız?

Dedemiz?

Dedemizin dedesi?

Peygamberler?

İlk insanlar?

Dinozorlar?

Dünya gaz bulutuyken mi görünür yoksa büyük patlamayı izleyebilir miyiz?

Yıl 2015 iken, yıldızda oturup baktığımız dünyada yaşayanlar milattan önce ya da hicretten önce hangi zamanı gösterecek bize?

Loblar arası mücadelemiz hat safhasında şu an sanırım?

O halde, ölenler ölmedi, yıkılan binalar yıkılmadı, buzullar soğumadı, dinozorlar yok olmadı.

“Şirinleri de görebilecek miyiz?”

İşte, zaman ve mekândan münezzeh oluş böyle bir arılık, temizlik, uzaklık, olmayan, duruluk göstergesidir.

Hz. Peygamber; “Ölenlere ölüler demeyin, aslında olmaz ölmezler” cümlesiyle acaba ne demek istedi?

“Her nefis ölümü tadacaktır.” Ayeti kerimesi ile anlatılmaya çalışılan ölümün uğrayacağı yer bedenlerimiz mi yoksa kör olası nefislerimiz mi?

“Sizler, onları öldü sanırsınız” dünyevi bir bakışla maddeciliğe indirgenmiş bilinçtir.

“İyi de, böyle karmaşık ve akıl zorlayıcı bilgi bize ne katacak, neyimize yarayacak?”

Zaman denen şeyi insan oluşturdu, içinde de koşuşturan, yetişemeyen ve buna da yakarışlar savuran yine insanoğlu, sonrasında da yetiremediği ömre Allah’ı sebep bilen, “kader” diyen hep insanoğlu.

Bir önceki an için “geçmiş” terimini bulan da insanoğlu. Geçmişte yaptıklarına hayıflanan da insanoğlu, yapamadıklarına iç çeken de insanoğlu. Ne kadar düşüncesizlik ki, bunların da sebebini kadere ve o kaderi yazdığını düşündüğüne bağlayana da insanoğlu.

“O, her an yeni bir şandadır/oluştadır” ayeti ile anlatılan ne ola ki?

O, hep var. Zaten var olmadı. Yoktan gelmedi. Hep vardı. Sadece O, vardı.

Ezel-ebet yani geçmiş ve gelecek hep O’na ait.

Dolayısıyla, şu an sadece dünya hayatından bir bedenle geçiyoruz. İmtihan bitince, vade dolunca boyut değiştireceğiz. Dünyaya ait olan zaman bizim için bitecek ama zaman bitmeyecek.

Tabi var ise…

“Yapıp ettikleriniz hep kendinizdendir.”

“İnsanoğlu ne kadar da nankördür.”

Bu uyarıların muhatabı olan herkes başını ellerinin arasına alsın.

Faydasız tüketilen ömürden ziyade, gayesi mutlak huzur olan sonsuzluğun tadına ölmüş nefislerimizle varmanın şuurunu “oku” malıyız.

“Geçmiş, geçmişte kaldı” ve “Dün dündür, bugün de bugün” gibi kandırmacalarla oyalanmamak lazım.

Kim bilir, nerede olacaksak o mahşer günü ve dünyaya döndüğümüzde hangi ışığımızı göreceksek, dün de o gün de, bugünü de ayan beyan izleyeceğiz.

Diğer fanilere ispat etmeye ve kabul ettirilmeye zorlatılan, çalışılan benlik duygusuna, yani egoya, hayatın mastarı olan “Hayy” ismi ile işaret edilenin müdahalelerinden kaygı duyarak anlamalı tüm sebepleri.

 “Nasıl anlayacağım, kim anlatacak?”

“Bilgi” isimli yazıya dönün bir bakın, ben daha ne diyeyim.

Kimle, kimseyle, nasılla uğraşmak yerine soruların ve sorunun kaynağına dönüş yapılırsa tüm cevaplar bulunur.

Son iki yazıdan bir iki cümlelik çıkarımlar gizlediğim doğrudur.

Bulabilen aslında cümleleri değil, “öz” ünü bulmuştur.

Gözü aydın olsun.